25 Şubat 2008 Pazartesi

"Ne istiyorum ki?..."

Kişinin yaşamının anlamı, kırılgandır.

Kişinin yaşamının anlamı, zayıftır, kırılgandır, dökülüp gitmeye hazırdır : kişi onu, sürekli beslemezse, korumazsa, bütünlüklü tutmazsa, kayıp gidiverir parmaklarının arasından.
Sürekli —hep yeniden, en baştan başlayarak— kurulması gereken birşeydir kişinin yaşamının anlamı. Önceki kurulmuş biçimlerinin kişiye şimdi sağlayabileceği de, sağlam ve direngen yapılar değil; önceki kuruluşlarının, işte, nasıl zayıf, kırılgan olduklarının, nasıl dökülüp gittiklerinin, bilgisidir — 'yaşam deneyimi' denilen şey de bundan başka birşey değildir...
Kişinin yaşamının anlamı, dökülür gider; ona, yalnızca, nasıl dökülüp gittiğinin bilgisini bırakarak —
Kişinin yaşamının anlamı, kişiyi bırakarak, dökülüp gider — ona bilgisini bırakarak, dökülür, gider, anlamı, yaşamının, kişinin.

Yaşamının anlamı, ancak, kişi, bir an durup, "Ne istiyorum ki?..." diye sorabildiğinde, biçimlenmeğe başlar. Yani, ancak eksikliği çekiliyorsa, yokluğu duyulabilmişse, varedilebilir — kurulabilir; yoksa, yoktur.
Bu bakımdan, insanların büyük çoğunluğu anlamsız —anlam yoksunu— yaşamlar yaşarlar, çünkü yaşamlarındaki anlam eksikliğini hiç duymamışlardır.
Ancak bazı insanlar duyar bu eksikliği : onlar için yaşamlarının tek bir bütünlüklü anlamının olmaması, çekilemezdir — bu yüzden, kurmağa, yaratmağa, varetmeğe girişirler böyle bir anlamı.
Bunu da bazen —bazıları— başarabilir; ama herhalde, başaramayanlar da çoktur.
Başaramayacakları —ya da, artık başaramayacakları— açıklık kazananlar için de, son bir —yoğun— anlam yaratma yolu kalır...
Yokluğu da içerilir, anlamında, yaşamının, kişinin.


Yazar: Oruc Aruoba - Olmayali,2003

23 Şubat 2008 Cumartesi

My best friend, my everything was stolen by ... robber

Dun gece evime hirsiz girdi sevgili okuyucularim. Londra'da bu da mi basima gelecekti. Geldi iste ...Hayat...Insanin basina neler gelmiyor ki ... Ve Ali ( bilgisayarim) calindi. Cana gelecek mala gelsin misali gulumsuyorum, ama isin gercegi icim kan agliyor. Cektigim butun fotograflar, Istanbul'la ilgili tum evraklarim , aslinda bir nevi evim yanimda gibiydi. Kaplumbagalar sirtlarinda evlerini tasirlar ya ben de aynen oyle Ali'yi tasiyordum yanimda ...Evet onun adi vardi, konusuyordum, sarilarak uyudugumu, optugumu biliyorum. Bir manyaklik sezebilirsiniz bu durumdan ama ben yengec burcuyum. Her seyime derin bir tutkuyla bagliyim. Misal bir bluz aldim eve geldim sokuk oldugunu farkettim, asla degistiremem. Onu gordum ve aldim, benim oldu, baglandim, degistirmek. Kesinlikle imkansiz. Gel gor ki benim guzelim Powerbook G4 modelli, yandan carkli Ali'mi almis adamin teki. Yerine yenisini aliriz diyor bizimkiler yeter ki sen uzulme ...Imkansiz gitti giden, gelmez yerine bir daha ... Tek istegim bundan sonraki sahibi bari benim kdar iyi baksa... Ve alan adam da umarim sattigi zaman, aldigi paranin tek kurusunun bile hayirini goremez umarim ve ben su anda nasil uzuluyorsam, bin beter olsun. Tutar da benim beddularim ...:)) Suraya yazdiklarima bakin ... Lakin uzerine bir bardak soguk icip ev arkadasimin masaustu bilgisayrindan baglandik yine hayata bugun. Ve yasiyorum, saglikliyim, giden gitsin bakalim...

Isin komik tarafi dun kursta active ve passive cumleler kurup bir soygun hakkinda yazi yazmamizi istemisti hocamiz, ben de disari cikmadan hirsizlik uzerine, bir suru cumle kurmaya calismistim. The bank was robbered by robber ... Tesadufler kimi zaman tatli olmayabiliyor :))))

22 Şubat 2008 Cuma

Libertango from

Dansa aşık insanlara aşığım ... .Seyredemedim bu filmi, bir yerde rastlayıp da izleyemedim...Ama eminim muhteşemdir ....Beni bu müzikle gömsünler, ölürken bile içimdeki tutkuyu sonuna kadar hissedebileyim ....

Cesaria Evora - Mar de Canal

Bu şarkının üzerine söyleyecek bir sözüm yok aslında ... This song makes me happy

Aç insanlarla, dünyanın fakir halklarıyla dayanışma içinde olmak amacıyla" sahneye gösterişli ayakkabılar yerine çıplak ayakla çıkan Cesaria Evora



Hani bazı şarkılar alıp götürür ya ... Kendinizi yeniden doğmuş gibi hissetmenizi sağlar... Aslında bir sürü şarkı eklemek istiyorum buraya, dinlediklerimden, benim seçimlerinden, hepsini ardı ardına sıralayıp nasıl yorumlar getirebilirim, bunu bilmiyorum yalnızca. Bir de sanırım yanlış zamanda doğmuşum ben .... Neler neler dinliyor kulağımda, bir bu seslerden vazgeçemiyor ....

Cesaria Evora, (d.27 Ağustos 1941-Cape Verde) Grammy ödüllü folk şarkıcısı.
Atlas Okyanusunda, Kuzey Batı Afrika açıklarındaki bir adalar ülkesi olan Cape Verde'de doğdu. Doğduğu yer Afrika'da sömürgeleri bulunan Portekiz'in yüzyıllarca üs olarak kullandığı bir yerdi. Cesaria Evora, parlak sesi ve fiziksel çekiciliği hemen dikkat çekti, ancak bir genç kızken başladığı şarkıcılık yaşantısında umduklarını bulamadı. Barlarda şarkı söyleyerek annesine ve iki kızına baktı.
Onu dinlemek için Sao Vicente adasına gelen Fransız menajer Jose da Silva, birlikte çalışmayı önerdiğinde Evora 47 yaşındaydı. Evora "Hiç değilse Paris'i görürüm" diyerek öneriyi kabul etti. Kendi deyimiyle "aç insanlarla, dünyanın fakir halklarıyla dayanışma içinde olmak amacıyla" sahneye gösterişli ayakkabılar yerine çıplak ayakla çıkmayı tercih eden Cesaria Evora’nın ilk albümü Ö1988’de yayımlandı. 1991 ve 1992’de yeni albümleri çıktığında artık 50’li yaşlarda ve hayatında ilk kez ünlüydü. Şarkılarını Portekizce ile Afrika dillerinin bir karması olan Creole dilinde söylemesine rağmen, sesinin sıcaklığı ile dünyanın her köşesinde geniş bir hayran kitlesi budu.
Sonraki yıllarda Dünya’yı dolaşıp aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde yüzlerce konser veren Evora, pek çok ödül aldı. 2003 yılında Güncel Dünya Müziği kategorisinde “Aşkın Sesi (Voz d'amor)” adlı albümüyle aldığı Grammy ödülü bunlardan biridir. Çıplak ayaklı diva olarak anılan sanatçı için bu ödüllerin belki en anlamlısı ülkesi tarafından verilen “Kültür Elçisi” unvanıdır. Sanatçı, hayat verdiği hüzünlü şarkılarla (morna) tanınıyor. Şarkıları, Portekiz Fado'larından Küba ve Afrika müziklerine uzanan geniş bir yelpazeyi yansıtıyor.

Kaynak : http://tr.wikipedia.org/wiki/Cesaria_Evora

La vie en rose - Louis Armstrong



I love this man, i love this song .....

21 Şubat 2008 Perşembe

The Bucket List



Londra'da yeni vizyona giren bu film afişiyle gözümü okşamakla kalmadı. Jack Nicholson-Morgan Freeman ... Muhteşem performans ...

We can do this...
we should do this ...

Yanımda 20 sene görmek istediğim adam bu ikisinden biri olmalı ...Keşke demekle yetinebiliyorum sadece ....

19 Şubat 2008 Salı

Uyandığım bütün sabahlar ...

Bir güneş ışığıyla uyanırsın sabahları, yerlere kadardır evinin camları, deniz kenarındadır, mutluluğa uyanır yüreğin, bedenin, nefesin ... Bir müzik vardır kulağında biraz buruk, biraz naif, biraz tutkulu, ateş gibi, biraz latin .... Dans eder beyninde tüm sevinçlerin, üzüntülerin, aşkların, tutkuların ...
Beyaz ve yeşil tüm hayallerim. Baktığım her yerde sen varsın bembeyaz, giydiğim elbise bembeyaz, düşüncelerim bembeyaz, gerçeğinden ayrıdır denizlerin mavileri, kumsalların altın sarılığı ...Sen de ... Gerçeğinden ayrısındır...
Sana göre biraz fazla yumuşak başlı duruyorum, biraz sessiz kalıyorum, oysa bilmez misin, okyanuslardır önceleri sessiz durup ardından içinde gürültülü fırtınaları kopartan...
Uyandığım bütün sabahlar beyaz ve yeşil. Sen bembeyazsın, ben bembeyaz ...

18 Şubat 2008 Pazartesi

'Aysel Git (-me) Başımdan' ...gitme demiştim oysa ki :(


Demiş ki : Aslında tek başıma çok kalabalığım.
Umarım tek başına çıktığınız o soğuk yolculukta yine de böyle hissedersiniz sevgili Aysel Gürel...!

Kurstan çıkıp evime gelirken mp3'den kulağıma doğru gelen sesler şöyledi... 'sen sandığım şey belki benim yüreğimdin' ne güzel sözler dedim kendi kendime, ne güzel sözler, ne yürekle yazılmış olmalı kimbilir... Ben biraz fazla duygusalım bilmem tekrar tekrar söylemeye gerek var mı ? İnternetten yine haberleri okumaya başladım, hoş seferinde bir ağlayasım geliyor ama bu kez cidden belki buraya yazacak kadar kötü hissettim. Aysel Gürel veda etmiş bizlere ... Bu kadar sıkı sıkıya yaşama bağlı, bu kadar sevgi, bilgi dolu, kocaman bir yürek kuş olup uçmuş ...Yine de gülümsemiştir diye düşünüyorum, giderken bile eminim gülümsemiştir ...Bloğuma eklediğim, aslında tabi ki de onun için olmayan ama şimdi bağdaştırıp 'oysa Aysel git-me başımdan ' demiştim diye içimden geçirdiğim bir burukluk var içimde ...

Beyoğlu'nda meşhur eski pastanelerden birinde oturup öylesine bir limonta içerken rastlamıştım kendisine...İstanbul'un kıyısından kösesinden geçemeyecek, orada oturma, yaşama, nefes alma hakkına bile sahip olduğunu düşünmediğim - biraz sert olacak, olsun da - zati muhteremin teki Aysel Hanım'a öyle bir davranmıştı ki, tabi o da geri kalır mı verdiği karşılıkla bu zati muhteremi 'yerin dibine sokmak' deyimi ile alaşağı etmişti. Helal olsun demiştim, helal olsun ....

Birer birer gidiyor muhteşem sonbaharın yaprakları, önce Erdal İnönü, şimdi Aysel Gürel ... Belki ismini bile bilmediğiz daha kaç çınar ağacı ....Üzgünüm çok ... Böyle bir zekayı yitirmekten dolayı ...

* Bir röportajından ....

- Elbiselerle denize girmedim dediniz, aileniz daha mı moderndi?

Modern demeyelim ama daha akıllıydılar. Çünkü denize, eğer balık adam gibi teçhizatın yoksa, üstünde fazla bir şeyle girilmez. Dünyanın birçok yerinde insanlar suya çıplak giriyor. Biz sudan geliyoruz. Ana rahminin içindeki amnion sıvısında yüzerek hayata başlıyoruz. Karaya çıkınca tekrar örtünmenin alemi ne!



**** Aşağıdaki linklerden gerekli bilgilere ulaşabilirsiniz

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=aysel+gurel&kw=&a=&all=&v=&p=1

http://www.cnnturk.com/TURKIYE/haber_detay.asp?PID=318&haberID=429343

http://www.birzamanlar.net/roportaj/ayselgurel.html

15 Şubat 2008 Cuma

Yaşadıklarınsın ...




yasadiklarin, yitmeyecekler - yasayacaklar.
birseyleri yasamissan, gercekten yasamissan,
onlari yitiremezsin artik-istesen bile istemesen bile, yasar artik onlar..
yasadiklarinsin...
yasamin, butun yasadiklarini yitirip, yeniden kazanmanin sureci olacak - hep yeniden yitirip, hep yeniden kazanmanin sureci....

Oruç ARUOBA -

Yaşadıklarınsın.


Photos:Müge Alev

Mimlendik mimleneli :)


Ben dostlarımı ne kalbimle, ne de aklımla severim... Olur ya.. Kalp Durur... Akıl unutur... Ben dostlarımı ruhumla severim.. O, ne durur... Ne unutur.. ( Mevlana )

Olur ya bir gün 'mim'lerler seni diye öğüt vermeyince büyüklerimiz, böyle kalakalıyorsun. Ne yapılır, başa gelen işe... İşte artık ne içinden gelirse .. 'mim' aslında mimlenmekten( sobelenmekten) ya da ( işaretlenmekten) öte ..Elif-lam-mim'i de getirebilir akla ...Kur'an'ın ilk heceleri ... Onun ötesinde bana göre ingilizcedeki karşılığı 'notice' dır ki bu çok çok hoşlandığım bir kelime ...

Bu gidişle ben yine kendimi bloğumla eşdeğer bir kısır döngünün içinde bulacağım. Mimlendik, sevgili Mete tarafından (http://www.ingilteredefteri.blogspot.com/), eğer bu meşale ise ben de mimliyorum, Bilge ile 'yi (http://www.bilgeile.blogspot.com/)

yoksa siz bizim mimlemek isteyip de mimleyemediklerimizden misiniz ? demekten alıkoyamıyorum kendimi, mimlediğim bir Safranbolu fotoğrafı ile de son veriyorum bu mimlenme yazısına :))

Sevgiyle ...

Photo: Müge ALEV

14 Şubat 2008 Perşembe

Her Şey Sende Gizli



Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

CAN YÜCEL


Hiç mi hiç haz etmiyorum böyle günlerden, ama bugün Londra sokaklarda ellerinde buket buket çiçeklerle yürüyen insanları gördükten sonra küçük bir kutlama mesajı koymak istedim benden, bence, belki bencilce :))

11 Şubat 2008 Pazartesi

10 Şubat 2008 Pazar

Would you like black and white or colorful London ???
















Photos: Müge ALEV

* Ben fotoğrafları bilmem neden çeviremedim, (üşendim de artık uğraşmaya ) yine de koymak istedim, isteyen boynu bükük baksın, isteyen çevirsin...Sanat için değer :))

Bu arada 'muhteşem hissetme sendromu' ile ilgili yazımda bana inanmadıysanız havanın güzelliği ile beni destekleyecek fotoğrafları, benim sayfamdan linkine ulaşabileceğiniz ' ingiltere defteri' bloğu sahibi arkadaşımız koymuş. Kıskandım fotoğrafları çok :))) Görmeniz lazım...




9 Şubat 2008 Cumartesi

Muhteşem hissetme sendromu ...




Hani hiç bir sebep yokken içiniz kıpır kıpır olur mu ?? Saçma sapan gülümseyebilir misiniz evin içinde terliklerinizi sürüye sürüye. Camdan dışarı bakıp, derin br nefes alıp kuştan, böcekten, çiçekten mutlu olduğunuz olur mu ?? Ben biliyorum gelecek cevapları ...Aşktandır aşktan diyeceksiniz .... Hiç değil ...sevgili okuyucular.. Bu yazarın gayet aklı başında, aşık değil ( olsa güzel olurdu ama :) ) , ama içim içime sığmıyor. Üstelik hala gribim, geçmiş değil, hala dışarı çıkabilmiş değilim, kendime çok sinirliyim neden hasta olduğum konusunda ama, bu tabi kızınca kaybolan bir şey değil, bir inatçı ki bir de ...Geçmedi, geçmemeye kararlı...ama ben ne yapıyorum...Zehir etmiyorum kendime bu durumu ....

Londra'da hava son 2 gündür muhteşem ...Bugün Waterloo'da, Tower Bridge-London Bridge arasında, Liverpool'da, belki Hyde Park'ta, belki Nothing Hill'de muhteşem yürüyüşler yapılabilirsiniz. Her yeri park olan bu şehrin aşıklarla dolu olduğunu unutmayalım, adımbaşı öpüşen bir çift, insan gıptayla bakıyor. Ben mutlu oluyorum onları görmekten, evde olmaktan da şikayetçi değilim, Louis Armstrong dinliyorum, balkonumun kapısı açık, zaman zaman bize yüzünü göstermekten kaçınan zarif güneş ışığını büyük bir misafiperverlikle içeri davet ediyorum hayır yatıya kalsın istiyorum ama ne mümkün tabi ... Netice itibariyle bugün Londra'da yapılacak çok şey var ... Marketlerden, tube'den uzak durup nehir kıyısı taraflarına koşar hızla gitmek...tahminimce bugün deli gibi kalabalıktır, malum burdaki insanoğlu biliyor güneşin kıymetini...Ben de kendimce eşlik ediyorum açık balkon kapımdan onlara Louis Armstrong dinleterek ...hoş benim kadar hoşlanırlar mı bilemem ....

Çok güzel hissediyorum, aşktan, sevgiden değil, yaşayabilmekten dolayı, bu güzel havayı içime soluyabilmekten dolayı, bahçemdeki minik papatyalardan dolayı, yemyeşil parklardan, masmavi gökyüzünden dolayı ....Aysel'imin doğum günü ve de ...Nasıl mutlu olmayayım ki ...Nice mutlu yıllara tekrar güzellik, bugün ben sana senin kadar güzel bir hediye vermek isterim ama mümkün değil...Ancak naçizane sevgilerimi yolluyorum...İyi ki varsın

Zaten ;

Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

Orhan Veli KANIK

Photo : Müge ALEV

Aysel Git (-me) Başımdan



AYSEL GİT BAŞIMDAN

Aysel Git Başımdan
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.

Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim icin kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Islığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum...

Şiir: Atilla İlhan

Aysel Git-me başımdan, başımızdan ... Nice mutlu yıllara güzellik :)

8 Şubat 2008 Cuma

Özlem ...



Klasik olarak hasta oldum yine, vurdum kafayı yatıyorum burda da ve bu sefer naz yapacak anne ve abla mevcut değiller ... Bu da iyi kapak oldu bana. Ama elim ayağım durmuyor tabi, aklımda ... Gripten, nefes alamamaktan uyuyamadığımdan, aklıma gelen gelene. Üç sene boyunca otobüsle işe gidip gelirken ve boğaz köprüsünün üzerinden geçmek durumunda kaldım. Sabahın köründe yoğun İstanbul trafiğinde ( kabus gibi) yapacak bir şeyiniz yoktur. İtinayla cam kenarına oturulur. Eğer öyle bir şansınız varsa tabi, artık yaşlı yaşlı amcalarımızın dahil kulaklarında görebileceğiniz elektronik müzik çalarımız çıkarılır. Kitabımız, kimimiz gazete, kimimiz yanında hiç bir şey taşımaz ki dikkati başkalarının üstünde olsun, en ufacık bir falsoda olay çıkarsın,(İngiltere'de herkesin elinde bir kitap ya da gazete var, sana sağ gözünün ucuyla bakmaz adam, ne yaparsan yap), ayaktaysan tutunursun bir pis boruya, yapışırsın hatta nedense bir daha hiç kopmayacakmış gibi, yol boyunca uyuklarsın ... Ben o yolculuklarımın hemen hepsinde - kesinlikle abartmıyorum- tam Boğaz Köprüsü hizasında uyanıp, o güzelliğe gözlerimi açık tutardım, her seferinde kendi kendime söylenip, sanki daha önce hiç görmeyecekmiş gibi neden bakıyorsam, diye hayıflanırdım, hatta kaçırırsam, sonunda yakalarsam, kafamı arkaya çevirip bakardım. Resmen bir takıntı gibi, eğer bakmazsam kaybolacak gibi. Ve derdim, başka hangi memleket her sabah bu kadar farklı ve güzel bir sabaha uyanabilir ve hangi millet bu güzelliği gerçekten farketmeden vurdumduymaz yaşayabilir. Hangi millet o güzelim mimarinin içine bu kadar çirkin binalar dikebilir, gökdelenleri adamın gözünün içine sokar gibi, hangi iyi bir halt yapıyormuş gibi bu kadar çarpık görünümüne karşın, mantar gibi türetebilir. Burada o kadar az çok katlı bina var ki, en ufacık bir heykelin etrafı çiçek gibi temiz, uçakta gelirken ilk başta inanamadım herhalde daha Londra'nın üzerinde değilizdir diyordum bu kadar düzenli küçük yapıların üzerinde geçerken. eminim İstanbul'un üzerinde geçerken milyonlarca ışık, Boğaz Köprüsü'nün heybetli görünümü biraz olsun, kapatıyordur çirkinlikleri - aslında umuyorum- yine de görmüyor muyuz işte, bilmiyor muyuz ya da, gelip geçen turistlere, nasıl bu şehri bu kadar korunmasız bırakmışlar bu hoyrat kullanıma karşın dedirtmiyor muyuz ?
Hoş aslında konum bu değil, konum her sabah o köprüyü görmeden içimin rahat etmemesi ve şimdi hiç görememem, özlemem ... Oruç Aruoba'nın dediği gibi -

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen


Ben de o kadar istiyorum, bu sabah o köprünün üzerinden geçip yine kaçırdığımda kafamı arkaya döndürüp inatla her gün bakmaya doyamadığım güzelim İstanbul'a yeniden bakmayı.....

Bir de yine istiyorum photoshopla siler gibi bütün o gökdelenleri, çirkin binaları, bu çarpık kentleşmeye izin verenleri, gülümsemeyi unutmuş insanları, nezaketten haberi olmayan saygıdeğer otobüs şöförlerini, yeşil kalamayan alanları, kesiyorum yerlerinden, buluyorum 'google'dan eski bir İstanbul fotoğrafı her güzelliği olması gereken yere yerleştiriyorum itinayla, Beyoğlu'na nazik iyi giyimli fötr şapkalı amcaları, birbirine sabahları günaydın diyen mahalle insanları, elinde bakraçıyla dolaşan sütçüleri, yoğurdunu neredeyse bıçakla kesip satan omzunda iki kefeli dolaşan yoğurtçuları, parkları, bahçeleri...inadına yeniden yerleştiriyorum. Hani Abidin'e değil de bana sorsa Nazım ' mutluluğun resmini yapabiir misin?' diye ...Photoshop işi biraz ama eminim sen de benim yerimde olsan sen de mutlu olursun diyeceğim ...

Özlüyorum, gidip görmek istiyorum, gidemiyorum, göremiyorum, yine de istiyorum ....

Photo: Müge ALEV

5 Şubat 2008 Salı

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

What did we say??


We chatted about sunshine.. There isn't a lot sunshine ...But i love sunshine ... I love getting up with sunshine ... And ...Said to me :
Sunshine is you ... Was great... İ felt like a sunshine ...
I Don't know... How can i feel ...like what ??


Bildiklerin varsa, susmasın gözlerin....
30 th January 2008 Alışmaya çalışırken sensiz boşluklara

Photo: Bilge ALEV

3 Şubat 2008 Pazar

Londra yolları taşlı ...


26th November 2007


Londra’dayım..İnanılır gibi değil..Uzun bir yolculuk ve pasaport kontrol, girişte bir sürü soru.. Kendimi bir nehire bırakmış gibiyim. Gelirken bütün o evlerin görünüşleri, ne kadar düzenli, evler ne kadar az katlı ve trafik varla yok arası. Londra çok temiz bir ülke değil. Ama düzenli bir ülke…Düzenli olmaları baya bir yavas olmalrını gerektırse bıle. Miniğim havaalanında beni karşılıyor, mutluyuz aynı zamanda şokta, 8 sene sonra birlilkte yaşayacağız. Aynı zamanda çok hüzünlüyüm de. Bavullar çok ağır metroya yürüyoruz ve eve doğru yola çıkıyoruz sanırım bu yol 2 saat kadar sürdü underground ile. Fakat bavulları merdivenlerden yukarı çıkarmak için bir kolaylık yok. O küçük yokuşlardan. 3 kere 23 kg’luk bavulumu çıkarmak zorunda kalıyorum. Pınar da el bagajımı taşıyor sanırım o da 8 kg kadar. Cidden zorlanıyoruz. Özürlüler için otobüsler varmış, o yüzden underground’da herhangi bir kolaylık yok ancak bir yerde yaşlı bir hanım genç bir çocuğa bana bavulum için yardım etmesini söylüyor ve çocuk bana teklif ediyor ben de "no thanks" diyorum çocuk ısrarla yardım etmek istiyor kız arkadaşını gösteriyor, kız "don’t worry" diyor, tamam endişelenmeyeceğim ama çocuk sakat kalacak az sonra ve ingilizce nasıl bunu anlatıcam hiç bir fikrim yok. Çocuk merdivenleri bitirip bavulumu yukarı çıkardığında kıpkırmızı kesiliyor, diyorum şimdi bana ve yaşlı kadına bir küfür sallayacak. Ama öyle değil tabi, ben çok çok teşekkür ediyorum. Bir şey değil diyor nazik bir şekilde – Ne kadar da Türk Erkekler’ine benziyor (!!!!???). Bavullara eve getirmek epey zaman alıyor ve çok yorucu . Evin yoluna giriyoruz. Muhteşem bir bir yol sonbahar kendini belli etmiş Allah’tan yağmur yok.. Üzerimizi değiştirip Pınar’ın arkadaşlarının olduğu yere gidiyoruz. Herhalde havaalanında doğru Club’a giden ve bunu ilk yurt dışı seyahtinde yapan kız benimdir. Myriam ablası Nawal erkek arkadaşı Luci başka arkadaşlar bir İtalyan ve Bir Fas’lı daha. Burada her milletten insan var gerçekten. Picadilliy’ye gidiyoruz. Kızlar burada çıplak dolaşıyor undegroundda , ancak bir partide giyilebilecek kıyafet giymiş kızlar görüyoruz. Ya hayır o değil kışın ortasında tube’un ıcınde ya da sokakta açık gece aykkabası giymiş kızlar….Wowww donmuyorlar mı yahu…Hadi onu bırak o topukların üzerinde elimden küçük mini eteğinle nasıl rahat ediyorsunnnn güzel kardeşim…. Taksiler çok şirin tabi ama çok da pahalı. Her şey pahalı su 1 pound. Ama musluktan su içiliyor her yerde…☺ Belli ki parayı çok idareli kullanmak lazım. Sorun değil öğreneceğim.(Alışveriş yapmamayı, gidip lüks bir yemek yememeyi, pahalı bir aykakkabı almamayı, her cuma cumartesi, pazar, Nevizade’ye, Asmalımescit’e gitmemeyi, arkadaşlarımsız, ablamsız, annemsiz yaşamayı (annemsiz !!!??? ütü-çamaşır-yemek- ahhhhhh sanırım çok büyük bir hata yapıyorum ) !!?? ) i hope so …. Okulum, çok şirin bir okul, okul ve ev arası yolu öğreniyorum. Her sokak benim için şuan birbirine çok benzediği için dükkanlar vs. bakarak isimleri aklımda tutmaya çalışyıroum. Eve geliyoruz. Gelirken markete uğruyoruz. Alışveriş yapıyoruz tabi onu bunu almak yok öyle. İstediğin gibi alışveriş yapamazsın. 1 adet patlıcan 1 pound. 1 kilo değil yalnızca bir adet. Salatalıklar kolum uzun ve kilo ile değil yine tek tek. Ekmek fena değil yine de 40 pence falan. Her çeşidi var ve burada abur cubur cidden çok fazla. Umarım yoldan çıkmam ama minikçim yanımda iken ne mümkün. Sabah kahvaltısında bana bir parça ekmeği çok görmüş hatun. Bir espresso, greyfurt suyu yağda yumurta bir iki parça küp peynir. That’s all. :S Sonraki günler daha da beter oluyor bu kahvaltılar sadece yoğurt mesela …

Her neyse marketteki adam bana bir sorun var diyor ben anlamıyorum tabi Pınar’da diyorki yüzün öyle asık ki adam ne olduğunu soruyor halbuki beni yüzüm sürekli böyle adamlar o kadar alışmış ki gelen müşterilere gülümsemeye ve onların kendilerine gülümsemesine, bana bozuluyor ben de özür diliyorum. Pınar henüz geldiğimi anlatıyor yurt dışından, gülümsüyor falan ama benim moralim çok bozuluyor. Wowww diyorum adam bana gülümsemediğim için bozuldu. Aynı olayı bir kerede caddede yürüken yaşıyorum yaşlı bir adam smile baby smile diye bağırıyor yanımdan geçerken…
Demek kin e yapacagız her koşulda, her şartta, her yerde gülümseyeceğiz… Ortam sana ayak uyduramıyorsa sen ortama ayak uydur misali…
Eve geliyoruz akşam olmuş sabah kahvaltısı etmişiz sadece ve geçen akşam uçakta yediğim yemek hepsi bu. Uçakta bir de nefis bir Fransız şarabı içiyorum. Gerçekten cook güzeldi. Pınar yemek pişirmek için hazırlıklara başlıyor. Ve ne bulduysa doğrayıp biraz da su koyup kapağı kapatıyor işte sana yemek he bir de pilav tabi tam bir lapa ben yapayım yemekleri diyorum :) Allahtan binbir çeşit Türk yemeği ile miniği besliyorum gün bea gün ben geldiğimden beri hatun kilo aldı ben verdim ☺


07 th December 2007

Nerden başlayayım… Yavaş yavaş housewife olmaya başladığımdan mı, yarım saat undeground’da tek başına mahsur kaldığımdan mı, sokaktan evime, sandalye yürüttüğümden mi, çingene gibi torbalarla taşındığımızdan mı, 2. El aldığımız yer yatağından, kırık dökük wardroplarımızdan mı ? Geldiğimin 2. Haftası hastanelere düştüğümden mi ? Orada bir doktorun gelmesi için 4 saat beklediğimden mi ? Gece üşüyerek uyuyup kalktığında her tarafın gerçek buz oluşuyla karşılaşmaktan mı? Sefil hayatı yaşıyorum sefil :) Zannediyorsunuz ki Londra’dayım ve ohhh ne mutlu ne ala yaşıyorum. Vallahi zormuş tek başına yaşamak. Minik her gün işe gidiyor, bendeniz yemek pişiriyor, ders çalışıyor, günlük temizlik yapıyor, üstüne okula gidiyorum, eve gelip yemek yiyip, bulaşık, yorgunlukla konuşmaya çalışmak, derken hooooppp akşam olmuş. Burada zamanı tabir – i caizse atlı kovalıyor. Aman yarabbi, İstanbul’da geçmek bilmeyen zaman burada öyle hızlı ilerliyor ki şaşırıp kalıyorum. Hiç bir şeye yetişmek mümkün değil. Tek güzel ve görmekten mutlu olduğum şey şuanda burada sonbaharın muhteşem olması. Öyle güzel ki kelimelerle anlatmak mümkün değil bir kolaj yapıp koyacağım resimleri. Yapraklar gerçekten her renk, herkes joking yapıyor. Havayı Billie Holiday şarkılarıyla renklendirip daha da muhteşem haline getiriyorum. Mutfağımın penceresinden tipik bir Londra evi ve yemyeşil bahçesi sonbahar renklerini taşıyan bir ağaç görünüyor. Mutfağa lap top u taşıyıp Billie Holiday, Nat King Cole, Frank Sinatra şarkılarıyla burası şahane. "Everybody loves London" oluyor.
Çok özlüyorum ben her şeyi günden güne sanırım. Çok da bayılmadım buralara.. Ama düşündüğüm şeyi yaptım geldiğimin beşinci günü tek başıma Tower Bridge’e gittim ve o güzel manzarayı seyrettim. Her şeyi tek başıma keşfediyorum. Otobüsleri, marketleri, yolları, onca evin hemen hemen birbirinin kopyası olmasına rağmen, yolları nasıl bu kadar iyi ayırt edebiliyor insanlar hiç bir fikrim yok. Londra trafiği, İstanbul ile mukayese bile kabul etmez. Arabalar, sürücüler yani saygılı onu geçtim, biskiletliler ve yayalar da o kadar saygılı ve herkes kurallara uyuyor. Kesinlikle insanlar stressiz yaşıyor. Bir gece bir anda boğazım ağrıyor çok hastalanıyorum ve ertesi gün hastanedeyim. Doktorun gelmesi acil serviste 4 saati buluyor. Önce gidip kendini kaydettiriyorsun, Kaydeden kişi sanırım pratisyen hekim, tansiyonuna, gözlerine bakıyor, baktı ki ölemyeceksin tamam bekleyebilirsin, seni kategorilere ayırıyorlar. Bir saat sonra bir çok hastanın olduğu servise alıp bir kez de orda kaydediyorlar. Seni bir göz bir yere alıp, soyup ameliyatlık hasta haline getirip o soğukta bir güzel kıçını donduruyolar, meğer benım atesimi dusereceklermıs ama oyle usuyorum kı kufurun bını bir para ….Her şey bu kadar zor olmak zorunda mı? Anneeeee !!!!!